9 Temmuz 2016 Cumartesi

Alaçatı

Alaçatu

 Ya sağda solda üstüne yazı falan da yazmışlar. Neden Alaçatı? diye. Bir açıklamalar şu bu. Savunulmasın. En iyi sahil orda değil. En iyi yemek de orda değil. Ben de cümleye "asıl şuraya şuraya gidersen oranın balığı eşsiz, şuranın sahili daha enfes" diye girip de erdemli erdemli laaak diye ortaya bilgi koymaya çalışmayacağım. Şunu kabul etmek lazım; elit görünme kıstası Alaçatı. "Alaçatı'daydım" bile yetmez; "Alaçati'dayım" diyebilmenin egosu. Yoksa hesap kitap işlerinde kucağa oturmanın böylesine haz vermesinin karşılığı psikolojik tanı'larda kendine yer buluyor. Adım atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık bir yerin "ya ben çok insan seviyorum" karşılığından bile daha boğucu bir kalabalık sunması zaten çok insanlı yer zevki seçeneğini ortadan kaldırıyor. Yemek desen, dediğimiz gibi, çok daha doğal ve güzel yapan beldeler var. Deniz desen.. ya Allah aşkına 😂 Demek ki boş bir artistliğin kucak dansı noktasında Alaçatı da bu dansı sizin için yapan değil de... size bu dansı yaptırıp üstüne sizi söğüşleyen bir örnek olarak karşınıza çıkıyor. En basit tabiri ile "hava atmanın", "ben de varım" demenin karşıtlığı Alaçatı. Tabi ki bu yazıyı okuyanlar gerçekten Alaçatı'yı çok sevenler ve severek gidenler. Size döğöl lafım... ama orda öyle bir kitle var işte 😂 Ya... cidden bir saniye silkelenin ve kendinize gelin. Şart mı Alaçatı. Daha ucuz ve kat kat daha güzel yerler var. Hadi aynı parayı harcamak istersek, aynı parayı harcayabileceğin yerler de var. Daha fazla şey yapıp harcarsın ama yine de harcarsın bi kotan var ve "ben tatilde günde sırf balığa üç milyon dolar vermek istiyorum" diyorsan illa. Kimse "aaa berk, Funda, Mithat bu sene Alaçatı'ya gitmemiş" demeyecek yaz sonunda. Cidden Alaçatı manyaklığı sevimsiz bişi lan. Para düzeyin normal de olsa, azcık durumun iyi de olsa, cok zengin de olsan... artık orası kendini "artistlik çektiren yer" haline soktu. Ya da banane ya, ben mi göstereceğim sana gezilecek yerleri. Git git, Alaçatı'ya git. Levrek olsam, " abi seni tabağa koyduklarında bir milyar Euro'dan açıyorlar tabağını" deseler valla kendim sudan çıkar zıplaya zıplaya giderim restorana, "kes beni şef, filetola beni" diye. İyi eğlenceler. Para sizin. Zevk sizin. Banane özünde.. de... işte parasini geçtim, güzel de değil. Neyse.. banane Yazının içinde "mal" kelimesini çok kullanmak istedim ama işte giden arkadaşlarım çok var diye kullanamadım. Ama özeti;

 MAL MISINIZ OLM SİZ? 😂 Gerçi bana nessjsjsh

29 Şubat 2016 Pazartesi

Leonardo di Caprio - Kendim Almis Gibi

Ne diyeceğimi bilemiyorumshjjs... Herkes kadar ben de bekledim be Oscar almanı Leonardo di Caprio. Senin derdin cidden benim de derdim oldu. Beni de gerdi.

Sen klasik "yakışıklı ya iyi oyuncu değil yaa" yargılarını Brad Pitt ile birlikte kıran nadir adamlardan birisin Leonardo. Biz Türk erkekleri olarak senin aşk hayatını, yakışıklılığını kıskandık hep ama mesela çok ilginçtir ki sana gıcık olamadık. Senelerdir bazı gerekli gereksiz filmlerde aday oldun, bazı "ohayo, bu filmde niye aday göstermediler ki" dediğimiz filmlerde yer aldın.. ama sana hep kazıklar attılar Leo. Hele ki bence açık ara yediğin en büyük kazık, aday olduğun What's Eating Gilbert Grape'te almamış olman, herşeyi çözen kahvedeki okey oynayan abi netliğindeyim; bunun sebebi de o günlerde henüz "KULİS" yaşının gelmemiş olmasıdır. The Fugitive - Tommy Lee Jones? Really? Ovv maaay gad. Bildiğin, göz göre göre Tommy Lee Jones'a verdiler. Neden Kulis kelimesinden çok emin konuşuyorum. Leonardo o sene o muhteşem rolüyle hak etmiş ve kaybetmiş olsa da kaybeden diğer bir isim de Schindler's List ile Ralph Fiennes'ti. In The Line Of Fire'daki rolüyle John Malkovich'ti. YA, IN THE NAME OF THE FATHER ile Pete Postlewhaite'ti... En son kim alır sorusuna verilecek cevaptı Tommy Lee Jones ama aldı. Lakin cidden tüm bu saydığımız isimler bir yana, Leonardo'nun oynadığı Arnie Grape rolü şahsi fikrim, Basketball Diaries performansı ile tüm diğer Leonardo rollerinden üstün bir roldü. Basketball Diaries'te aday bile olmadı. Yoz bir yorum yapayım, sırf o annesiyle inişli çıkışlı sakin-deli arası tavrı (kapının dışında durup da annesine önce sakin, sonra atarlı konuştuğu sahne) bile Oscar alması için yeterliydi. Biz sana gıcık olmadık, Amerika sana gıcık olmuş Leonardo. Küçüklüğünden kıl  kapmışlar sana. 1994'te alman gereken Oscar'ı, "tamam la yeterince üzdük, kıyamam" deyip 2016'da verdiler sana. Arada cidden, almasan da olur iyiydin ama gerek yok boşver, diyeceğimiz roller olmadı mı? Oldu. The Aviator mesela. Aday oldun tamam ama o sene Jamie Foxx'un Ray'deki Ray Charles performansına kaptırman çok da doğaldır kabul edersin ki. Sonra Blood Diamond ile bir palazlandın ama orda da Forest Whitaker'ın The Last King of Scotland'ından dolayı alamamış olman son derece doğal. Aslında beni üzen, niye üzüyorsa ama üzüyor işte, hiç aday olmadığın fakat alman gereken performanslardı. Zaten bahsettiğimiz Basketball Diaries, Marvin's Room gibi. Aday olup da açık ara alman gereken What's Eating Gilbert Grape. Onun dışında adaylıklarından kaybettiklerine çok üzülme. Gerçi Matthew Mekkanagaağaay'a da Dallas Buyers Club'a yenilmiş olman seni çok üzmüştür biliyorum, orda da biraz haklısın. The Wolf of Wall Street ile sen de alabilirdin. Orda birazcık da Oscar alma matematiğine yenik düştün.

Gel gör ki; The Revenant'ta artık resmen su kaynama noktasına geldi. Tamamdı artık. Son noktaydı. Ayı ile olan sahnelerinin makarasından tut da, "e yeter artık alsın" kampanyasına kadar bir çok şey seni gösteriyordu. Diğer adaylar bile yavaş yavaş farkına vardı mevzunun. Çok bekledin be Leonardo ama kabul et, Heath Ledger'ın ölümünden sonra Joker rolünde Oscar alacağı her ne kadar haketse bile nasıl çok garanti bir hale dönüştüyse; senin de bu Oscar'ın birazcık o garanti duruşa yaklaşmıştı. Fakat yine de çok ciddi rakiplerin vardı, bakma yine ucuz atlattın. Michael Fassbender'e kısmen kofti bir performansında rastgeldin. O adam kısa zamanda Oscar alacak ama ters ayakta yakaladın. Steve Jobs rolü bir tık bayat durdu da yırttın. Trumbo ile Bryan Cranston da çok sükseli giremedi işe. Orda da güzel sıyrıldın fakat asıl başarın The Danish Girl'de Eddie Redmayne'den Oscar'ı almandır. O da hani biraz geçen seneden aldı falan, biraz da Leonardo zamanı geldi arasında bir noktadan dolayı bir tık gerinde kaldı.

Valla öyle ya da böyle, helal olsun. 2016 senesinin En İyi Erkek Oyuncu Oscarı helal-i hoş olsun. Brad Pitt vardı, oyunculuk kısmıyla olmayınca 12 Years A Slave ile prodüksiyon falan yollarından bir tane Oscar attı cebe. O tamam, sen tamamsın.. eee?

Sıra geldi Tom Cruise'a

NOT: Leonardo di Caprio'nun Oscar aldığında normal davranmaya çalışıp o "ne bekledik beee" tavrını yansıtmamaya çalışmasına rağmen, konuşma esnasında tüm salonun ayağa kalkıp alkışlamasındaki o "yaaa tamam bırak mütevazılığı aldın işte ehe ehe" tavrı enfesti.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Star Wars VII

Star Wars: Güç Uyanıyor.

Ne önyargılarla bekledik. Bir Star Wars fanatiği olarak hep inançla bekledim fakat elbette bazen gece yattığımda "acaba?" sorusu kafamda yankılanıyordu. "Acaba yarın kaçta kalksam da iş yetiştirsem" sorusu... Evet, çünkü gece yattığımda "acaba yeni Star Wars nasıl olacak?" kadar da manyak yatmıyorum. Yeni Star Wars hakkındaki soru işaretleri arada bir bazı günler aklıma geliyor. O kadar da değil... Neyse; gittiğim ilk sinema filmidir Episode VI; Star Wars: Return of the Jedi. Benim için inanılmaz bir deneyimdi. 1984 civarıydı. Film 1983 filmi ama bize o sene mi geldi, sonraki sene mi geldi tam hatırlayamıyorum. Abim götürmüştü ve ben filmin ortasında "çişim var" deyip abimi zorla tuvalete götürmüştüm. Filmin bir kısmını benim için sinemada kaçırmıştı. Benim altıma kaçırıp oluşacak rezilliktense, filmin bir kısmını kaçırmayı tercih eden abim. Yoda'yı ilk görüşüm, Darth Vader'ı ilk tanımam, Luke Skywalker, Han Solo vs vs... İnanılmaz bir dünyaydı. Sonra zamanla fanatiği haline gelip yılmaz bir savunucusu oldum serinin...

ve şimdi... Star Wars: The Force Awakens geldi. Yeni film. Episode I-II-III sonrası hiç bilmediğimiz bir içerikle. En azından I-II-III'te kimlerin gençlikleriyle karşılaşacağımızı az buçuk biliyorduk. İlgiyle izleyip azcık burun kıvırarak ama yine de severek geride bıraktık bu seriyi. Episode III dışında öyle 4-5-6 gibi inanılmaz sarmadı. Hele ilk filmin büyük bölümünün pod race olması, bir kaç etken, şu bu, bir şekilde "unutulmaz" olmasından öte, 4-5-6 havasında efsaneleşemedi. Darth Maul'u aradan çıkartıp ayrı bir sevdik falan filan... Uzun lafın kısası, sevmeye çalıştığımız zamanlar oldu I-II-III'ü...

Fakaaat; Güç Uyanıyor, cidden "geç olsun güç olmasın" bir yeni seri habercisi oldu. Hala izlemeyenler için spoiler içerir mi çok da umursamadan yazıyorum naçizane...

Yok yok, spoiler'dan mümkün mertebe kaçınacağım.

Olayın Dördüncü yani dünyada ilk yayınlanan episode'unda (A New Hope)'ta oluşan olay sıralaması gerçekten Güç Uyanıyor'da da var. Kimi diyor ki; "eee niye yani?", kimi de diyor ki; "yeni nesil de o tip güzel hikayeyi görsün" diye. Bu konu hakkında ne düşüneceğimi bilemiyorum. Subjektif bakıyor ve çok seviyor olduğum için kafamda bu benzeri gidişatı çok da dert edemiyorum. Benzerliğin rahatsız edici olmaması için çeşitli espriler de film içine serpiştirilmiş ama kafaya takana da takmakta hak veriyorum derinlerde bir yerde.

Bunu bir kenara koyarsak, dark ve light side arasındaki denge çok güzel kurulmuş. Filmimizdeki kötü adamımızın aslında tam anlamıyla büyümüş, gergin bir Darth Vader veya Darth Maul dönüşümü yok. Daha insani boyutlarda ve yaşadığı süreç cidden işin dark side kısmına çok yakışıyor. Hırsları, asabiyeti hakikaten daha eğitimini tam bitirmediği havasını buram buram yaşatıyor. Öbür taraftan madem güç yeni uyanıyor, o zaman tabi ki jedi'lık mertebesine varacak kardeşimizin de adım adım bu yetide ilerleyecek olması da harika verilmiş filmde.. Tabi bazen genç jedi adayımızın hep alıştığımızdan çok daha hızlı şekilde bir takım yetenekler göstermesi azcık tuhaf bir hava oluştursa da belli ki midi chlorian seviyesinin kendisinde yüksek olmasının kendine has bir yansıması deyip kendi kafamda bunu tolere edebiliyorum. Eski dostları da tüm bu olay örgüsü esnasında görmek ayrı bir keyif.. ve hazır karakterlerden bahsediyorken, R2D2'yu belli ki kafasında idol olarak gören B-88 'e de ayrı bir sayfa açmak lazım. Son dönemlerde muhtemelen Wall-E kadar sevgi toplayan bir robot, bir droid kendisi. Gerçi her göründüğünde kendisini dünya kupası resmi toplarından fevernova'ya benzettiğimden dolayı gelişine vurasım geldi ama o tabi kişisel bir rahatsızlık bana dair. İzlememiş olanlar bu droid'e bayılacak.

IMAX ile izlendiğinde oluşan durumdan bahsetmek gerekirse; tek kelimeyle muhteşem. Zaten filmin içinde Millenium Falcon'un efsane duruşu, tüm kovalamacalar, havadaki combat sahneleri cidden emsalsiz. Görsel şov olması adına en ufak bir sorun barındırmıyor. Şölen resmen.

Aklımda sahne sahne enfes şeyler var ama hepsi spoiler içerek, bundan mütevellit yüzeysel konuşuyorum film hakkında ama gerçekten net söyleyebileceğim bir şey var ki; filmin karakter yapılanması harika olmuş. O duygu yoğunlukları, karmaşaları cidden tatmin edici ve nakış gibi de işlenmiş. Eski filmlerde olan dark side'a geçersen gücün light side'a karşı çok baskın olur yanılgısını insanların üzerinden biraz da olsun atmak için light side'ın etkisi ve gücünü daha anlaşılır kılmışlar. Bu da benim için çok önemli bir noktaydı; çünkü daha öncesinde Yoda'nın gücü dışında dark side hep fazlasıyla üstün gibi duruyordu. Ayrıntılarda boğulan insanlar dışında yüzde 90 bile bu filmlere fanatik olsan, dark side hep daha güçlüydü sanki. İyi inceleyip okunduğunda aslında bunun böyle olmadığı algılanabilse de yine de bu zorluk ve karmaşayı biraz da olsa Güç Uyanıyor kırıyor gibi... Evet, dark side güçlü ama light side da çok erdemli ve kaliteli...

Zaten şimdiden imdb top 250 filmler listesinde 20'li sıralarda yerini aldı. Sonuna kadar da hakettiğini düşünüyorum. Gidin görün. Önce eskiden sevenler bi gitsin hevesini alsın, sonra yeni bir bilim kurgu gibi görenler gitsin... ama herkes gitsin.

Be the force with you and with me

6 Kasım 2015 Cuma

90'lar... karışık kaset... karışık ilişkiler...

90'larda karışık kaset hazırlayıp verirdik hoşlandığımız kıza. Hediye paketi yapardık bazen. Parlak parlak jelatin kağıtlı. Vay arkadaş. Üstüne de bir cümle yaz...ardık kasetin. Çok delikanlı olan kaset kapağına şarkıların isimlerini yazardı. Internet yok. Herkes Serenade şarkısının asıl adını Did You See The Light diye biliyor o dönem. Kaseti tamamlayıp kıza verdiğin bir dönem var. Heyecanlanıyorsun ama belli etmiyorsun. Karizma arayışı var erkeklerde, herkes Bruce Willis'in Nike işaretine benzeyen gülüşünden yapmaya çalışıyor o dönem. Kaseti verdin daha bitmedi, akşam kız kaseti dinleyecek, ertesi gün sana fikrini söyleyecek. Yanına gelip konuşacak falan. Ya da bir süre yanına gelmezse sen gideceksin yanına. Onun yanına gelmediği her an büyüyor heyecan. Konuştuğun an yüzler Bruce Willis tabi. Kız senin için o anda dünyanın en güzel kızı. Suratlar kızarıyor utançtan. Büyük psikopatlıklar da var. Onlar bitirici vuruş. Kızın en sevdiği şarkıyı tespit etmişsin, kaseti baştan aşağı arkalı önlü peşpeşe o şarkı ile dolduruyorsun. Harekete bak. Kendince atom parçalamak gibi o dönem. Değil belki de... Meşakkatli iş ama yine de... O dönem böyle birşey yaptığın zaman kız için değeri büyük. O kızlar şimdinin 30'larında, 40'larında kızlar. Haliyle şimdi de olgunlar; yaştan kaynaklı değil. O dönem elde avuçta olan şeylerin az olduğunu şu an herşeye saniyede ulaşılan zamanları gördükçe belki bilinçaltlarında belki de farkındalıkla hatırlayıp o olgunluğu bünyelerinde barındırıyorlar. Kaseti veriyorsun, çıkma teklif ediyorsun. "Benimle çıkar mısın?" diye hayatından bir gün bıçak gibi çıkacak çok acayip bir soru var. İlkokul 5'e kadar örtmenim deyip, orta 1'e geçer geçmez "hocam" deme zorunluluğu kadar keskin bir şekilde çıkacak o soru hayattan ama çıkana kadar eldeki soru o... Bazen kasetin içine notlar yazıp veriyorsun, kapağın içinden çıkıyor falan, iki üç mısra birşeyler uydurmuşsun.
Ne acayip lan; şimdi görüyorum sağda solda, herif şarkıyı yollamış whatsapp'tan, kız cevap yazmış "bu ne amk"
"Ne diyim abi ben şimdi bu kıza" dedi arkadaş. "Yazma bişi, yazsan ne olur, nezaket mi katıcan beynine kızın, bırak boşver" dedim.
Güldüm gerçi, "bu ne amk" yazmış kız : ))))

1 Aralık 2014 Pazartesi

Adriana Acun

Adriana Acun
yabancı kızlar, ne kadar güzel olursa olsun çok iyi niyetli, insanlığa daha çok önem veren kızlar oluyorlar genelde, şaşırmamak da lazım. O yüzden "bazen insan bizim kaprisli kızları çekeceğime, gidip yabancı, anlayışı daha gelişmiş, mantıksız kaprisleri olmayan, dengesizliği daha az birini bulurum diyor" diyen arkadaşımı hatırlatıyor biraz da bu durum. Acun zengin, Adriana da zengin. İkisinin tanışma ihtimali oldu şu hayatta bir noktada. Tanıştılar. Acun da doğru ya da yanlış, bizim klasik Türk erkeği yalanlarıyla ya da belki içten bu kıza iyi insan oldu, iyi davrandıysa, kız bunu "challenge duygusu yoksunluğu, nasılsa elde ettim" psikolojisiyle değil de insani bir standartta ele almış olabilir. İş böyle olunca da evet, maddi dengeler birbirine zorluk çıkaracak boyutta olmayınca Adriana "iyi adam" demiş olabilir en basit haliyle.
Tabi bunlar şimdilik çıkan bir haber ve benim yorumum naçizane. Lâkin burada valla helal olsun Acun demenin yanısıra, Acun çakalca kızı kandırmıştır ya da samimidir onu bilemem ama Adriana'ya helal olsun aslında. Sonuçta Acun öyle ya da böyle çok zeki adam, insanca da yanaştıysa zekaya ve insanlığa daha fazla önem verdiyse benim takdirim iki kat daha fazlasıyla sana Adriana. Fak yu, bok vardı elin adamına gittin. Neyse.
Ha, Acun ile araları bozulur, Adriana da "Türk erkeğiyle olmaz ya" deyip Jim Carrey'nin Dumb & Dumber'ındaki gibi "milyonda bir şansım ne oldu" umudunu Türk erkekleri adına milyonda sıfır'a indirirse önce karşısında beni bulur. Ben Adriana Lima'yı çok beğeniyorum ama daha çok Amanda Seyried'çiğim, bana çok enriko masyas ama size dokund diye savaşırım sizin adınıza... O zamana kadar çifte mutluluklar.
Aşkolsun Adriana... ama helal da olsun.
iki arkadaşımın iki ayrı atasözü geliyor aklıma; demişti ki kız; "cömertse yakışıklıdır zaten"
bir diğeri de; "kadın kapris ve dengesizlik üzerine kurulu bir varlık, e o zaman bizim kızların kaprisini ve dengesizliğini çekeceğime, yabancının kapris ve dengesizliğini çekerim".
Kınıyoruz. ahahha
Kadınlar çiçektir ve her kadın çiçektir.

23 Kasım 2014 Pazar

Interstellar - Yıldızlararası

Herşeyden önce bakın, ben kötü bir sinema izleyicisi değilim. İzlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum. Gerçi kim hatırlar ki? Dünya üzerinde "ben tam 394217 film izledim" diye rakam veren insan da olduğunu sanmıyorum. Mucizevi şeyler sunan bir hastalığı falan yoksa kişinin... Rain Man, kibrit çöpü sahnesi gibi... Sanırım, gitgide uzaklaşıyorum konudan.

Interstellar. Yıldızlararası... Ortaokul yıllarında yanaklarımın kızardığı ve kıza açılamadığım o anı yaşıyorum şu anda. Utanıyorum söylemekten; çünkü çünkü... Interstellar'a ölüp geberemedim, "vaooov, ohayo" deyip de kendimi kaybedemedim ben. "İnanılmaz yenilikçi, çok ilerde dönüp bakıldığında nasıl bir başlangıç yapmışız bu kara delik olaylarına, o bilgisizlikte nasıl da film yapmışız, dönemi için çok başarılı" denecek bir film de olabilir Interstellar... Lâkin soru burada şu; bu beni enterese ediyor mu bu noktada? Yani, bir sinema filmi izlediğim zaman bana hitap etme şekli kişisel beğenimi ve sevgimi ortaya çıkarıyor. Misal, Jules Verne Ay'a Yolculuk mevzusuna girdiği zaman aldığı tepkiler ve olaylara bakanların yozluğunu ele alalım. Sonrasında Ay'a Yolculuk kısmı gerçekleştiği zaman veya bu süreçteki olay akışı siyahla beyaz arasındaki bir fark gibi. Interstellar'ı ele aldığımızda yetmeyen teknolojimiz veya bilgimiz bile bize anlatılan şeylere dair daha büyük bir "aaa evet olabilir aslında" cümlesini dedirtiyor. Yani ütopik gözüken şeyler bile aslında o kadar ütopik değil. Ulaşmak anlamında değil, olasılık anlamında çok ama çok etkileyici sürpriz öğelerini barındırmıyor.

Daha basit söylemek gerekirse;

Jules Verne Ay'a Yolculuk dediğinde "hasss" dedirtti. Isaac Asimov uzayla ilgili şeyleri anlattığı zaman, "lan" dedik. Demek istediğim şey şu; "normalde yürüyen her insanın üstünde bir de onun gibi amuda kalkıkmış gibi yürüyen bir insan daha var" dese, biz buna "hadi len" desek ve ilerde bu ispat edilse; işte o zaman Asimov veya Verne mucizesi gerçekleşmiş olacak. Filmin bana bu kadar "hasss" dedirten bir yanı olmadı. Şimdi bu sakinlik içinde izleyince bana inanılmaz bir hayatı ya da olasılıkları sorgulama gücü vermedi film. Tabi ki aynı kefede değil ama Nolan yaptı diye ele alırsak, Inception'ın mantığı vakti zamanında Jules Verne'in ya da Asimov'un yazdığı kitapların etkisine eşdeğer. Rüyalar ilerde o şekilde manipule edilebilirse bu sefer Jules Verne ya da Asimov'a dönüp nasıl baktıysak, aynı şekilde Nolan'a dönüp bakacağım. Ha bu şart mı? Değil. Lâkin, yaratılan algı resmen bu yöndeydi. Bütün fizik kitaplarını okudu, araştırdı, delirdi, kendine dokundu, nerdeyse kara deliklere girdi geldi, solucan oldu diye verilen gazın karşıtlığı çıkmadı karşıma kendi küçük beynimde...

Altını çizerek söylüyorum, derdim "anlayamamak" da değil. Evet, filmdeki bazı bilgilere hasıl da değilim fakat bu anlattığım kısımları bırakıp filme diğer açılardan bakayım dersem; işin dram boyutu ele alındığında konuşulan iki konu var. Cooper'ın kızıyla çıktığı yolculuk ama aslında kendine yolculuğu... Millet bunu baz almış, aslında bilimkurgu değil de bu yolculuk diye çok yorum ve bakış açısı var. Zaten filmde beni en çok saran şey de bu temelde işlenen konu. Bir kere Cooper uzaya çıkana kadar kızıyla yaşadığı ilişki bana çok dokunaklı geldi. Harika işlenmiş... ama böyle harika işlenen çok baba kız, baba oğul, ana kız, ana oğul ilişkisi var. Çok orjinal değil, sadece çok iyi işlenmiş. Bu diyelim ki artı olarak cepte.

Dram kısmına bakıldığında "mesajlaşma" konusunda (izlemeyenler için ayrıntı vermeyelim) göz yaşartıcı sahneler var. Hele bir tanesi cidden çok acıklı. O çaresizlik hissi içersinde boğazda resmen yumru oluşturuyor.

Peki, filmin kendinde yaratmaya çalıştığı aksiyonvari kısma bakalım. Cooper'ın döne döne diğer döne döne ilerleyen gemiye kilitlenme çabası. Müziğiyle ve atmosferiyle orada net bir şekilde aksiyon yaratılmaya çalışılmış. Harika bir müzik evet fakat ya arkadaş zerre etkileyici değil, ee? Süper bağlandın bravo, ben de ışın kılıcı temelli bir aksiyon beklemiyorum evet ama futbol maçında uzun ve gereksiz yan top yapmak gibi. Yani...

Kendi adıma artılara bakarsam; sinema filmlerinde "gönderme" konusuna bayılan biri olarak, baştaki "yedi sene bu ürün oldu, sonra bu ürün" kısmındaki "yedi sene" ve bunun dini göndermesi (yedi sene kuraklık) çok ince... Bir yerde de uzay araştırmaları için para aktarılması, savaş veya ordu için bu paranın kullanılmaması temelli; "bu vidalar yerine kurşun da olabilirdi" cümlesi çok güzel bir mesaj barındırıyor. Yani...

Eh işte tüm bunların üstüne biraz da benim yoz anlayışımdaki "işin içinde uzay varsa, bana Solaris vermeyin artık" zihniyetim de eklenince kim ne derse desin bilimkurgu kafa yapım daha ağır basıyor. Filmde; "duygusal, bilimkurgu, dram, az biraz aksiyon" yoğunlukları harmanlanınca benim zevkime çok da uymayan bir yapıt çıkmış. IMDB notu 9 idi ben gittiğimde, çıktığımda 8.9 olmuş. En iyi filmler sıralamasında yine imdb'de 12'nci sırada yer ediyor film. imdb notunun düşeceğine inanıyorum zamanla... Zira filmin biraz overrated olduğuna inanıyorum. Hani çok büyük beklenti ve övgülerle vizyona girdi ve geri adım atamıyoruz şimdi havası oldu gibime de geliyor. Ben kafamı sudan çıkarıp nefes alıp "ya beğenmek zorunda değilim" demek istiyorum ama "beğenmemek" lüks geliyor biraz; "sevmedim" demek daha doğru.

Son olarak; Michael Caine'i görmek ne güzel. Eski eşim Anne Hathaway'i görmek hep güzel... Bu rahatlıkla paragrafa devam etmek isterdim ama eski eşim falan değil tabi. Ruh eşim belki ama o bunu bilmiyor.

Ah bir de; filmde bence küçük kızın Anne Hathaway'in çocukluğuna benzemesi, filmin ilersi için izleyicinin biraz kafasını karıştırıp; "aaa zaman falan atlayacaklar, meğersem Anne Hathaway o küçük kızmış" dedirtmek için olabilir. Sesli düşünüyorum.

Neyse sonuçta; adamın yalnızlığı olacaksa; Duncan Jones'un Moon'u varken Interstellar'a gerek duymuyorum çılgınca 9 puan vermek için ya da ailevi ilişki de işin içine katacaksam taş gibi Contact duruyor belleğimin arşivlerinde. Karşılaştırmak için değil de filmi biraz daha hakettiğine inandığım yere geri çekmek adına söylüyorum bunları adice...

ARKADAŞLAR GİTMEYİN... de değil tabi ama nedense kendimce sebeplerle bu filme ısınamadım. Mesela ikinci kez bir yerde denk düşsem izlemem. "Innovatif" açıdan ortaya koydukları da benim naçizane bakış açım ve beğenimle örtüşmedi.

Elbette bu  yazdıklarıma top sakalı tam çıkmamış, fazla gülmeyen, telefon hattı olmadan odada wireless bağlantısı falan yapabilen, gençliğinde michelin bebesinin kolsuz haline benzeyen montlar giyen, gömlek içi beyaz tişört giyip gömleğin üst düğmesi dışında tüm düğmelerini ilikleyen arkadaşlarım başta olmak üzere çok kişi beni aşağılayarak biraz da tepki verecekler ama ben aykırı durmak için değil, cidden bakış açımı göstermek adına yazdım bunları...

Gitm... Gidin gidin, görmek lâzım, sonuçta Nolan'ın son filmi.

: (

28 Mart 2014 Cuma

Gel Git

Bazen karşındaki insan gel git yaşar. Sana sıcak davranır "gel" kısmında, sonra kendi gerçekleri ve sorgulamalarıyla başbaşa kalıp sana bir soğur "git" kısmında. Senin şanssızlığın bu abidik doğa olayına denk düşmektir. O noktada sen de sorgularsan işin içinden çıkamazsın. Daha tehlikelisi ve malca olanı bu gelgit'ten etkilenmendir. Televizyonda çok itici ve "bu ne ya" dediğin bir programı görüp çok gizli bir haz alarak o kanalda kalmak gibidir bu. Aslında yapacağın şey çok basittir, basarsın kumandanın bir tuşuna, geçersin kanalı. Tık diye geride kalır o abidiklik. İşte böyle gel git'li insanların yarattığı sahte karizmadan etkilenmek yerine uzandığın sahilin tadını çıkarmayı becerebilirsen, doğru ve güçlü yaşarsın. Zaman kaybetmeden. Boşver, acıdan gizli zevk alma. Adı üzerinde "acı" o.